Sözlükte “görmek” anlamındaki rü’yet kökünden türeyen rü’yâ kelimesi uyku
sırasında zihinde beliren görüntülerin bütününü (düş) ifade eder. Sözlük anlamı
aynı olan hulm (çoğulu ahlâm) ise daha çok korkunç düşler için kullanılır. Hz.
Peygamber, “Rüya Allah’tan, hulm ise şeytandandır” demiştir (Buhârî, “TaǾbîr”,
3, 4, 10, 14; Müslim, “Rüǿyâ”, 2; Tirmizî, “Rüǿyâ”, 5). Rüyaların rahmânî
olanına “rü’yâ-yı sâdıka, sâliha, hasene”; şeytânî olanına “hulm” denilir.
Ehâdis, menâm ve mübeşşirât kelimelerinin de “rüya” anlamında kullanımları
vardır. Adgās (ot demetleri) kelimesinin bir âyette ahlâma izâfe edilmesiyle
ortaya çıkan “adgāsü ahlâm” tabiri (Yûsuf 12/44) “yaşı kurusuna karışmış ot
demetleri gibi yenisi eskisine karışmış uyku halleri, hiçbir anlamı olmayan
karmakarışık hayaller” anlamına gelmektedir. Taşköprizâde rüyanın düşünme
yetisinin (nefs-i nâtıka) bir işlevi olduğunu, hakikatinin olmaması durumunda
insanda var olan yetilerin yaratılmasının bir anlamı olmayacağını söyler (Miftâĥu’s-saǾâde,
I, 335).
Rüya insanla birlikte var olan bir olgudur. İnsan fizyonomisi üzerinde yapılan
araştırmalar rüyanın yeme içme gibi bir ihtiyaç olduğunu göstermektedir. İlkel
toplumlar yaşanan olaylarla görülen rüyaların ayırt edilmesi hususunda uzun süre
tereddüt etmiş ve rüyada görülenlerin uyanıkken yaşananlar kadar gerçek olduğunu
düşünmüştür. Eski Mısırlılar, Asurlular ve Yunanlılar’da kâhin ve büyücülerin en
önemli görevlerinden biri rüyaları yorumlamaktı. Rüya tabiri konusunda ilk
metinler milâttan önce 5000’li yıllarda Asurlular tarafından yazılmıştır. Bu
konuda günümüze ulaşan en eski eser, British Museum’da saklanan ve milâttan önce
2000 yıllarına ait olduğu tahmin edilen bir Mısır papirüsüdür. Burada 200 çeşit
rüya tabirine yer verilmektedir. Eski Mısır inancına göre vazifesi rüya gören
kişileri uyarmak ve onların sorularına cevap vermek olan Serapis adında bir
tanrı vardır. Kâhinler ve rüya tabircileri bu tanrıya ait tapınaklarda otururdu.
Milâttan önce 669-626 yılları arasında Ninevâ’da yaşamış olan Asur İmparatoru
Banipal’in kütüphanesinde rüyaya dair taş basması eserler bulunmuştur. Milâttan
önce 1500-1000 yıllarında Hindistan’da yazılan Vedalar’da rüyalara ait listeler
yer almaktadır. Eski Yunanlılar uykuda ruhun vücudu terkedip tanrıları ziyarete
gittiğine inanırlardı. Rüya konusunda Hipokrat, Eflâtun ve Aristo’ya bazı
eserler nisbet edilir (Türek, s. 13; Çoruh, s. 59-62). Démocritos’tan
Hıristiyanlığın ortaya çıkışına kadar geçen sürede Grekçe olarak yirmi altı rüya
tabiri kitabının yazıldığı tesbit edilmiş olup bunlardan sadece Efesli
Artemidoros’un (Artîmîdur) Huneyn b. İshak tarafından Kitâbü TaǾbîri’r-rüǿyâ
adıyla Arapça’ya tercüme edilen eseri (nşr. Tevfik Fehd, Dımaşk 1964) günümüze
kadar gelmiştir. Yunanistan, İtalya ve Anadolu’daki anlayışları beş kitap
halinde toplayan bu eserin ilk üç kitabında rüya tabirlerine, son ikisinde rüya
tabircisi olmak için gereken şartlara yer verilmiştir (Çoruh, s. 59-62).
Tevrat’ın Tekvîn bölümünde Hz. Yûsuf’un rüyalarından bahsedilir. Ayrıca
Talmud’un son kısmında rüyalarla ilgili bir bölüm bulunmaktadır. İncil’de rüya
anlamına gelen on iki ayrı kelime geçmekte, bu arada birçok yahudi ve hıristiyan
rüya tabircisinin varlığı bilinmektedir. İslâm öncesi Türkler’de rüyanın haber
taşıyıcılık açısından önemli bir yeri vardı. Uygur Türeyiş efsanesinde -Böğü Han
örneğinde görüldüğü gibi- hanlar gördükleri rüyalar doğrultusunda hareket
etmişlerdir (Ögel, I, 75). Câhiliye devrinde rüya tabiri yaygın bir uygulamaydı,
kâhinlerin görevlerinden biri de rüyaları yorumlamaktı. Bunlar arasında Şık,
Satîh, Râbia b. Nasr el-Lahmî ve Sevâd b. Karîb gibi meşhur isimler vardı.
Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrâhim, Yûsuf ve Mısır hükümdarının gördüğü rüyalardan
söz edilmekte (Yûsuf 12/4-5, 43, 100; es-Sâffât 37/105), Resûl-i Ekrem’in
gördüğü bir rüyanın doğru çıktığı Allah tarafından bildirilmektedir (el-Feth
48/27). Kur’an’da rüyaların yorumu için “ta‘bîrü’r-rü’yâ” (Yûsuf 12/43),
“te’vîlü’r-rü’yâ” (Yûsuf 12/100), “te’vîlü’l-ahlâm” (Yûsuf 12/44),
“te’vîlü’l-ehâdîs” (Yûsuf 12/6, 21) tamlamaları ve “iftâ” (hüküm açıklama)
kelimesinin çeşitli türevleri (Yûsuf 12/43, 46) kullanılmıştır. Hz. Yûsuf’a
rüyaların yorumunun öğretildiği (Yûsuf 12/6, 21), Hz. İbrâhim, Ya‘kūb ve
Yûsuf’un gördükleri rüyaları tabir ederek bu yorum ışığında hareket ettikleri (Yûsuf
12/4-6; es-Sâffât 37/102) belirtilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrâhim’den
rüyasında oğlunu kurban etmesinin istendiği (es-Sâffât 37/100-113), Hz. Yûsuf’un
rüyasında on bir yıldızın, ay ve güneşin kendisine secde ettiğini gördüğü ve bu
rüya ile onun ileride peygamber olarak seçileceğine işaret edildiği (Yûsuf
12/4-5), yine Yûsuf’un Mısır’da hapse atılması sırasında hapisteki iki gencin ve
Mısır kralının (Yûsuf 12/36, 41-49) gördüğü rüyaları yorumladığı (Yûsuf
12/99-100) haber verilmektedir. Cenâb-ı Hak, Bedir Gazvesi öncesinde
Resûlullah’a düşmanlarının sayısını rüyasında az göstermiş (el-Enfâl 8/43),
Hudeybiye öncesinde müslümanlarla birlikte Mekke’ye gireceğine ilişkin gördüğü
rüya bir yıl sonra gerçekleşmiş (el-Feth 48/27), Hz. Peygamber’den mûcize
göstermesini isteyenlere karşı Bedir Gazvesi veya Mekke’nin fethi öncesinde
gördüğü rüyalardan söz edilmiştir.
Hadislerde rüyanın insan hayatındaki yerine ve önemine defalarca değinilmiştir.
Resûl-i Ekrem’e ilk vahiy sâlih rüya şeklinde gelmiş, altı ay müddetle vahiy bu
şekilde devam etmiştir. Bir hadiste yirmi üç yıllık vahiy müddeti içerisindeki
bu altı aylık zaman dilimi kastedilerek, “Müminin sâdık rüyası nübüvvetin kırk
altıda biridir” buyurulmuş (Buhârî, “TaǾbîr”, 5; İbn Mâce, “TaǾbîr”, 1; Tirmizî,
“Rüǿyâ”, 2-3), vahyin kesilmesine karşılık mübeşşirâtın devam ettiği
bildirilmiştir (Buhârî, “TaǾbîr”, 6). Hadis mecmualarında “Kitâbü’r-Rü’yâ” ve
“Kitâbü Ta‘bîri’r-rü’yâ” başlığı altında Hz. Peygamber’in rüyalarına ve
yorumlarına yer verilmiştir. Resûlullah’ın sabah namazından sonra sahâbîlere,
“İçinizde rüya gören var mı?” diye sorduğu, varsa tabir ettiği (Buhârî, “TaǾbîr”,
47; Ebû Dâvûd, “Îmân”, 10; Dârimî, “Rüǿyâ”, 13), zaman zaman kendi rüyalarını da
anlattığı ve tabir ettiği yahut ashaptan birine tabir ettirdiği, güzel rüyaların
anlatılıp tabir edilmesini hoş karşıladığı, kötü rüyaların anlatılmasını ve
tabir edilmesini istemediği belirtilmiştir. Öte yandan ashap içinde Hz. Ebû
Bekir’in rüyaları isabetli tabir ettiğine dair yaygın bir kanaat vardır. Ezanı
ilk önce rüyasında görenin Abdullah b. Zeyd b. Sa‘lebe olduğu ve Resûl-i
Ekrem’in de bunu onayladığı bilinmektedir (Ebû Dâvûd, “Śalât”, 28; İbn Mâce, “Eźân”,
1).
Tefsir âlimleri rüyanın oluşumunu genel olarak Zümer sûresinin 42. âyetine
dayanarak açıklar. Söz konusu âyette Allah’ın ölmek üzere olanların canını
aldığı, ölmeyenleri de uykularında -bedenlerinden alıp kendilerinden geçirdiği-,
ardından ölümüne hükmettiği kimselerin canlarını yanında tuttuğu, ötekilerini
belli bir süreye kadar salıverdiği bildirilmektedir. Uyuyan insanda idrak
bulunmadığını belirten Mu‘tezile âlimleri rüyada görülenlerin hayalden ibaret
olduğunu söylemiştir. Ancak âlimlerin büyük çoğunluğuna göre rüya insanın ruhu
ile gördüğü ve aklı ile idrak ettiği bir olaydır. Rüya, mâna âleminden rü’yet
âlemine semboller şeklinde indirilen ilham olarak da değerlendirilir. Sûfîler
ise rüyayı uykuda misal âlemini seyreden ruhun gördüklerini uyanınca hatırlaması
şeklinde açıklamaktadır.
Dinî literatürde üç çeşit rüyadan söz edilir. 1. Rahmânî rüya. Rüya denildiğinde
ilk akla gelen budur; bu rüyaya “rü’yâ-yı sâdıka, rü’yâ-yı sâliha” da denir. Bu
tür rüyayı mübeşşirât diye niteleyen Hz. Peygamber, “insanın metafizik âlemle
olan ilişkisi ve oradan aldığı müjdeleyici bilgi ve işaretler” anlamına gelen
mübeşşirâtın nübüvvetin sona ermesinden sonra da devam edeceğini bildirmiştir (Buhârî,
“TaǾbîr”, 5; Tirmizî, “Rüǿyâ”, 2-3; İbn Mâce, “TaǾbîr”, 1). 2. Şeytânî rüya.
Şeytanın aldatma, vesvese ve korkutmalarıyla meydana gelen karışık hayaller,
düşler, telkinlerdir. Bunların anlatılması ve yorumlanması tavsiye edilmemiştir.
3. Nefsânî rüya. Nefsin hayal ve kuruntuları, uyku esnasındaki dış etkiler ve
günlük meşgalelere ilişkin rüyalardır (Seyyid Süleyman el-Hüseynî, I, 4). Rüya
konusunda genel görüşleri derleyen Ali b. Hüseyin el-Mes‘ûdî, ruhun dinginlik ve
berraklık derecesine göre rüyaların az veya çok gerçek çıkacağını belirtir (Mürûcü’ź-źeheb,
II, 175-179). Gazzâlî rüyayı, uykuda insan ruhu ile levh-i mahfûz arasındaki
perdenin kalkmasıyla levhte yazılı olan şeylerin bazısının insan kalbine
yansıması olarak açıklar (İhyâ, IV, 903). Fahreddin er-Râzî de benzer
açıklamalar yapar (Mefâtîĥu’l-ġayb, XVIII, 135). İbn Haldûn’a göre rüya, uykuda
insan ruhunun mânalar âlemine dalması sonucunda gaipten kendisine akseden
varlıklara ait şekil ve sûretleri bir anda görmesinden ibarettir. Eğer bu akis
zayıf, hayaldeki remzi de açık bir şekilde aksettirmiyorsa tabire muhtaçtır
(Mukaddime, I, 380-384). İbn Haldûn, Muķaddime’nin meslekler bölümünde rüya
tabiri ve tabircilerinden, rüyanın doğruluğuna delâlet eden alâmetlerden ve
rüyanın vahiyle münasebetinden söz eder (II, 1136-1141).
Kelâm âlimleri rüyayı Allah Teâlâ’nın rüyada görülüp görülemeyeceği ve rüyanın
bilgi kaynağı olup olmadığı yönünden tartışmıştır. Allah’ın rüyada görülüp
görülemeyeceği meselesinde Şîa ve Mu‘tezile âlimlerinin görüşü olumsuz, Ehl-i
sünnet’in görüşü olumludur. “Beni rüyasında gören gerçekten görmüş demektir,
çünkü şeytan benim sûretime giremez” hadisi sebebiyle (Buhârî, “Ǿİlim”, 38, “TaǾbîr”,
10; Müslim, “Rüǿyâ”, 10-11; Tirmizî, “Rüǿyâ”, 4) Hz. Peygamber’in rüyada
görülebileceği görüşü genelde olumlu karşılanmıştır. Kelâm âlimlerinin umumi
kanaatine göre rüya kesin bilgi vasıtası değildir; dolayısıyla rüyada Resûl-i
Ekrem’i görerek ondan tâlimat aldığını söyleyenlere itibar edilmez. Hz.
Peygamber, “Uyanıncaya kadar uyuyan kişiden kalem kaldırıldı” buyurmuştur (Buhârî,
“Ŧalâķ”, 11; “Ĥudûd”, 22; Ebû Dâvûd, “Ĥudûd”, 17). Buna göre mükellef olmayan
bir kişinin uykusunda gördükleriyle nasıl amel edilebilir? (Üsâme M. el-Avadî,
s. 46-49). Mutasavvıflar ise çok önemli konularda rüya yoluyla elde ettikleri
bilgilere dayandıklarını ileri sürmektedir. Buna örnek olarak varlık
mertebelerini mübeşşirât yoluyla Resûlullah’tan aldığını iddia eden Muhyiddin
İbnü’l-Arabî gösterilebilir. Şiîler de mâsum imamın rüya yoluyla gördüğü
hususların hüccet olduğu kanaatindedir (Mirza Muhsin el-Usfûr, s. 68-88).
İslâm filozofları rüyayı birtakım sembollerin (sûretler) mütehayyile gücünden
ortak duyuya yansıması olarak izah eder. Onlara göre sâdık rüyalar nefsin
melekût âlemiyle ilişkisinden ortaya çıkar. Ya‘kūb b. İshak el-Kindî, Uyku ve
Rüyanın Mahiyeti Üzerine adlı risâlesinde uyku ve rüyanın nefsin bir fonksiyonu
olduğunu, rüya yorumunun tabiat bilimleri arasında önemli bir yer tuttuğunu
belirtir. Kindî, uykuda devre dışı olan duyu güçlerine mukabil tasarlama ile
düşünme güçlerinin serbest kaldığını, böylece rüya olayının gerçekleştiğini
söyler (Felsefî Risaleler, s. 130). Fârâbî de rüyaları muhayyile gücüyle
ilişkilendirmekte, bu gücün rüyaların oluşumunda belirleyici bir işlevinin
bulunduğunu kaydetmektedir (el-Medînetü’l-fâżıla, s. 108-113). Rüyaların
sebebini ve yorumunu açıklamak üzere el-Ķavl fî sebebi’l-menâmât adlı bir risâle
yazan İbn Sînâ’ya göre rüya nefsin muhayyile gücünün etkiye açık olma
özelliğiyle meydana gelmekte olup güçlü konuma geçmiş olan nefis uykuda fizik
ötesi âlemden bilgi alabilmektedir. Muhayyilesi dış duyuların denetimi dışında
kalan kişinin fizik ötesi âleme yönelişi artar. Beden sağlığının bozuk olması ve
muhayyile ile hatırlama güçlerinin iyi çalışmaması gibi engeller bulunmadığı
takdirde nefis muhayyileden kurtularak ilâhî âleme yönelir. Bu esnada oradan
gelen bilgiler nefiste yer eder, böylece metafizik âleme ilişkin bir algı
gerçekleşmiş olur. Bazan muhayyile gücü nefisle fizik ötesi âlemin arasına
girerek görüntüyü engeller. İbn Sînâ’ya göre rüyalar yalnız metafizik âlemden
nefse gelen etkilere dayanmaz, ayrıca insanın fizyolojik durumundan kaynaklanan
rüyalar da söz konusudur. Aç kimsenin rüyada yiyecek, üşüyenin ateş görmesi bu
türdendir. Bu durumda nefis ilk gördüğü şeyler üzerine hayaller oluşturmaya
başlar. Bunlar karışık rüyalar olup ancak tabirle açıklanabilir. Muhayyile gücü
bazan olayları gerçek şekliyle, bazan benzerleriyle tahayyül eder, bazan da
nefis melekût âlemiyle iletişime girmeksizin bir şeyi gerçekten müşahede
ediyormuş gibi davranır, halbuki nefsin gördüğü şey onun sûreti değil benzeridir
(Durusoy, s. 106-114).
Modern fizyoloji ve psikoloji, araştırmalarını rüyaların oluşmasında dış ve iç
etkenlerin rolleri üzerinde yoğunlaştırmıştır. Genellikle fizyolojide rüyanın
büyük beyindeki benlik olaylarıyla ilgili olduğu, dış ve iç etkenlere bağlı
şekilde oluştuğu kabul edilmektedir. Bazı bilim adamları rüyanın görüldüğü anın
tam olarak belirlenmesini sağlayan fizyolojik ipuçları bulmuştur. İnsan,
hayatının yaklaşık üçte birini uyku ile geçirir ve bu esnada beden dinlenir.
Rüya ise daha çok hızlı göz hareketleri (REM) adı verilen ara evrelerde görülür.
Hâfız olanların rüyada ezberlerini tekrar etmesi örneğinde olduğu gibi günlük
hayatta bazı işler üzerinde yoğunlaşanlarda REM uykusunun arttığı
gözlenmektedir. Uyku ve rüyanın vücudun dinlenmesi, duyguların ve mizacın
düzenlenmesi, bilinç altının açığa çıkması gibi biyolojik, fizyolojik ve
psikolojik işlevleri vardır (Güven - Belbağı, s. 48-52). Dış uyaranların
uyuyanlar üzerindeki tesirlerini ilmî yöntemle ilk inceleyen Louise Ferdinand
Maury uyku esnasında temas, koku, tat şeklinde muhtelif uyaranlar kullanmış,
bunları kendine uygulatmış, ardından rüyalarını kaydettirmiştir. XX. yüzyılda
rüya ve yorumlarıyla ilgili çalışmalar psikoloji ve fizyoloji araştırmacıları
tarafından sürdürülmüştür. Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’e göre insanın
yaşama kaynağı ve canlı organizmanın faaliyet amacı korunma ve cinsellik
içgüdüleridir. Uygarlığın gelişmesine paralel olarak korunma içgüdüsü ikinci
plana itilince geriye cinsellik içgüdüsü kalmıştır. Bu da libido denilen idare
merkezinde planlanmaktadır. Cinsel duygularla toplumdaki kuralların çatışması
veya bu isteklerin bilinç altına itilmesi kişide birtakım kompleksler meydana
getirir. Rüyada görülenler bu komplekslerin, bilinç dışı arzuların akıl sansürü
ve baskısından kurtulmuş olarak örtülü bir şekilde tezahürüdür (Türek, s.
23-31). Alfred Adler ise rüya olaylarını yorumlamada aşağılık duygusuna dikkat
çeker; rüyaların geçmişten çok geleceğin planlanmasına yardımcı olma işlevi
üstlendiğini ileri sürer. Carl Jung, toplumsal bilinç altının etkilerine
dayanarak simgelerin kişi için özel anlam taşıdığını vurgular (a.g.e., s. 31-33;
Çoruh, s. 96-131). Alman ekolü psikologlarının çoğu Freud’ün yaklaşımını hatalı
bulmaktadır. Munich Kliniği hekimlerinden Bumke, “Psikoanaliz ölmüştür,
mersiyesi bile okunmuştur” demektedir (a.g.e., s. 46). Rüyaları tıpkı masal ve
mitoslar gibi semboller dili olarak niteleyen Erich Fromm bunun unutulan bir dil
olduğunu kaydetmektedir. Fromm onu yeniden hatırlamanın gereğini ortaya koymak
için Rüyalar, Masallar, Mitoslar adlı eserini yazmıştır. Ona göre insanlık
tarihinin en eski eserlerinden olan mitoslarla günlük yaşantının ürünleri olan
rüyalar birbiriyle şaşırtıcı benzerlik göstermektedir. Günümüz insanı onlara
gereken değeri vermeyi ve onları bir tecrübe hazinesi olarak görmeyi unutmuştur;
bu sebeple onların dilinden anlamamaktadır (Rüyalar, Masallar, Mitoslar, s.
23-38).
İslâm kültüründe rüyaların yorumlanması (tabir) yaygın bir uygulamadır. “Uykuda
yaşanan olayların enfüsî ve âfâkî yönlerini ayırt edip bir karîne ile onların
ötesindeki hakikate geçme” demek olan tabir sembolik bir dilin çözümlenmesidir.
Rüya tabiri yapanlara “muabbir”, bu maksatla yazılan kitaplara “tâbirnâme”
denilmektedir. Rüya tabir edenin rüyada görülen hayalî şekillerin iç ve dış
yönlerini ayırt edip bir karîne ile ötelerindeki hakikate ulaşması, rahmânî
olanını şeytânî olanından ayırt edecek maharette olması gerekir. Çünkü bazı
insanlara rüyada olaylar “filtrelendirilmiş” olarak, bazılarına da “filtresiz”
gösterilir. Bu sebeple Taşköprizâde, eski Yunanlılar’da ayak takımının
rüyalarına değil filozof ve devlet adamlarının rüyalarına önem verildiğini
belirtir (Miftâĥu’s-saǾâde, I, 335). Rüya tabircisinin Kur’an’da geçen
teşbihleri ve sembolik ifadeleri bilmesi, rüyaları yorumlarken bunlardan
yararlanması gerekir. Ayrıca kelimelerin etimolojisini, darbımeselleri,
deyimleri iyi bilmelidir. Her ne kadar rüya tabirinin Allah vergisi olduğunu,
dolayısıyla sonradan kazanılamayacağını ileri sürenler varsa da çoğunluk, onun
sembollerle ifade edilen şifreleri çözmeye dayanan bir maharet sayıldığı ve bu
hususta başarılı olmak isteyenlerin rüyanın cinsi, sınıfı ve tabiatı gibi
hususları bilmesi, bunlardan birini diğeriyle telif etmeyi başarması ve
yorumlamak istediği rüyanın nerede, nasıl, ne zaman ve kim tarafından
görüldüğünü tesbit etmesi gerektiğini söylemektedir.
İslâm geleneğinde rüya tabiriyle ilgili olarak Dânyâl, Ca‘fer es-Sâdık, İbn
Sîrîn, Ebû İshak İbrâhim el-Kirmânî, Câbir el-Mağribî, Nasr b. Ya‘kūb ed-Dîneverî,
İbn Ebü’d-Dünyâ, Abdülganî en-Nablusî ve Seyyid Süleyman el-Hüseynî gibi
müelliflere nisbet edilen eserler önemlidir. Bilhassa Muhammed b. Sîrîn’in rüya
tabirlerini konularına göre sıralayan Kitâbü TaǾbîri’r-rüǿyâ’sı, Abbâsî
halifelerinden Mehdî-Billâh döneminde yaşayan İbrâhim el-Kirmânî’nin Kitâb-ı
Düstûr’u, İbn Kuteybe’nin Kitâbü TaǾbîri’r-rüǿyâ’sı, Memlük kumandanlarından
Halîl b. Şâhin’in el-İşârât fî Ǿilmi’l-Ǿibârât adlı eserinden esinlenerek Seyyid
Süleyman el-Hüseynî tarafından yazılan Kenzü’l-menâm ve Abdülganî en-Nablusî’nin
TaǾŧîrü’l-enâm fî taǾbîri’l-menâm adlı eseri zikredilebilir. Bu konudaki
literatürü tanıtan çalışmalara örnek olarak N. Bland’ın “On the Muhammedan
Science of Tabir or Interpretation of Dreams” adlı makalesi (JRAS, XVI [1856],
s. 118-171), Annemarie Schimmel’in Halifenin Rüyaları, İslamda Rüya ve Rüya
Tabiri adlı eseri, Şiî müellifleri tarafından yazılan rüya tabiriyle ilgili
eserler için Mirza Hüseyin en-Nûrî et-Tabersî’nin Hz. Peygamber’in, diğer
peygamberlerin, on iki imamın ve daha başka kişilerin rüyalarına yer veren
Dârü’s-selâm fîmâ yeteǾallaķu bi’r-rüǿyâ ve’l-menâm’ı (Beyrut 1412/1992)
gösterilebilir.
Kaynak: Diyanet İslam Ansiklopedisi